Saroyan Ülkesine Zor Yolculuk

Resim

Saroyan’ın Anayurda Dönüşü

Lusin Dink’in yazıp yönettiği, Türkiye-Ermenistan-Fransa ortak yapımı Saroyan Ülkesine Zor Yolculuk, William Saroyan’ın 1964’te gerçekleştirdiği Anadolu ziyaretini konu alan bir belgesel-drama. Filmin senaryosu, bu ziyaret hakkındaki yazıların ve yazarla yapılmış söyleşilerin derlendiği Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan isimli kitap esas alınarak hazırlanmış. Ulusal ve uluslararası festivallerde kazandığı ödüllerle adından çok söz ettiren ve Aralık ayında vizyona giren belgesel, genç yönetmenin ilk filmi.

Anadolulu-Amerikalı bir hümanist: William Saroyan

1950’lerin siyah beyaz Amerikan dramalarından hatırlayacağınız sahneler vardır. Bakımsız bahçelerde beyaz önlüklü elbiseleriyle koşturan küçük kızlar, onları öğle yemeğine çağıran annelerinin evlerinin kapısında beliren görüntüsü, golf pantolonları ve kareli gömlekleriyle tarlaların arasındaki yollardan bisikletleriyle geçen oğlanlar. İşte bu bisikletli çocuğa bir kasket giydirip eline bir gazete tomarı tutuşturduğunuzda bızdig Saroyan’ı canlandırabilecek bir görüntü elde edebilirsiniz. Amerikalı Saroyan’dır bu. Amerika’da doğan bir Anadolu Ermenisi. Ailenin burada doğan ilk ferdi. Asıl ismi ise Aram Karaoğlanyan. “Bir Amerikalıyım ama Bitlisli olduğumu hiçbir zaman unutmadım.” der bir söyleşisinde. Bitlisilik, üç yaşındayken kaybettiği Protestan vaizi babasının varlığında tecessüm eder. “Ben ve babam aynı kişiyiz.” diyecek kadar hayrandır babasına. Büyükannesi Lusi’den dinlediği hikâyelerse hem öykülerindeki Bitlis mitini hem de Ermeni kimliğini kurmasına ve korumasına zemin teşkil etmektedir. Yazarın kimlik inşasını babaannesinin telkinlerine hasrettiği sonucu çıkarılmamalı buradan. “Ermenistan’ın Evladı Antranik” isimli hikâyesinde şöyle demektedir: “… Bilmezdim şu Türk dediğimiz insanın zorlandığı yola sapan, kendi halinde, dünya tatlısı bir biçare olduğunu. Ondan nefret etmenin, aynı hamurdan çıkma Ermeni’den nefret etmeye eşdeğer olduğunu. Ninem de bilmezdi, hâlâ da bilmiyor.”

Resim

Baba Ocağından Acının Yüküyle Dönmek 

Elliyi aşkın hikâye, roman ve tiyatro eserinden müteşekkil bir külliyatla literatüre “saroyanesk” üslubu kazandıran William Saroyan, ailesinin 1900’lerin başlarında terk etmek zorunda kaldığı, “İnsanlarımın dağlık şehri” dediği Bitlis’i ilk kez 1964’te elli altı yaşındayken ziyaret eder. İstanbul’dan hareketle Ankara, Samsun, Giresun ve Trabzon güzergâhını izleyen yol güneye doğru kıvrılır, Erzurum ve Van üzerinden Bitlis’e uzanır. Bu ilk ve son ziyaretinde şehre yaklaşırken direksiyonu idare edemeyecek kadar büyük bir heyecan duymaktadır. Arabasını ninesinden hikâyesini dinlediği bir çeşmenin başında durdurur, su içer ve “Bu suyun iyi olduğunu bana söylemişlerdi.”  der. Daha sonra bu ziyaretinden şöyle bahsedecektir: “On yıl önce oradaydım ve oradan ayrılmak istemiyordum. (…) oraya yerleşecek, öldüğümde kemiklerimi kim bilir ne zamandır orada yatan diğer Saroyan’ların yanına gömdürecektim. (…) Kemiklerimiz orada. Bizler, büyüklerimizin belleğinin gidebildiği kadar uzunca bir süredir oradayız.”

Saroyan bu ziyaretinden birkaç ay sonra yol arkadaşlarından Bedros Zobyan’a şöyle yazacaktır: “Büyük bir geziydi, şimdiye kadar yaptığım en önemli gezi ve keşiflerden biriydi, ama benim için bunu yazmak çok zor.”

Zobyan’a gönderdiği 21 Ocak 1971 tarihli mektupta ise şöyle diyecektir:

“Neden 1964’te Anadolu, Ermenistan ve diğer harikulade yerlere yaptığımız o büyük gezi hakkında yazmadım? Bitlis adında, günün birinde bastıracağım bir şiir yazdım; fakat ayrıntılı bir kitap yazamayacağımı biliyorum. Çünkü hikâyemiz hakkında öfkeli olacağımı biliyorum ve şimdiye kadar böylesi bir öfkeyle yazanlarımız zaten öyle çok ki.”

Saroyan, 1975’te, bu yolculuğundan bahseden yedi sahneli ve tek perdeden oluşan “Bitlis” isimli bir oyun yazar sadece. Mektupta öne sürdüğü sebepten olacak, beklentilerin hilâfına bir roman yahut hikâye yazmaz.

Kral Çıplak mı? Yoksa…

Saroyan Ülkesine Zor Yolculuk izleyiciyi bu geziye ortak etmeyi hedefleyen bir belgesel. Yazarın yalınlığıyla maruf üslubunu filme de taşımak isteyen yönetmen, gözün en alışık olduğu kadrajı kullanmış. Saroyan’ın şapkasının altında dolaşan adamla izleyici arasında tam bir özdeşlik yaratarak “anlatabildiklerim bunlar, anlatamadıklarımı da sen anla.” diyen film hakkında çok konuşuldu.

Aylar öncesinden yaygın bir şekilde tanıtımı yapılan filme dair hatırladığım ilk görsel, yazarın bir ağacın altında otururken resmedildiği kadrajdı. Bu görselle sosyal medyada, radyo, televizyon ve gazetelerde yapılan tanıtımlar ve filmin festivallerde kazandığı başarının yarattığı beklentiyle vizyona girdiği gün işi gücü bırakıp sinemaya koştum. Hayal kırıklığına mı uğradım? Dağ fare doğurdu dersem haksızlık olur ama şunu söyleyebilirim: Film boyunca izlediğim nefis pastoral görüntüler bir yana saroyanesk lezzetlerle yaldızlanmış bir sofrada ana yemeği beklerken tabağı önünden alınıp geri verilmeyen misafir şaşkınlığıyla salondan yarı tok ayrıldım. “Filme ilham veren ve senaryo metninde kullanılan yazıları önceden okumasa mıydım, film bu yüzden mi yavan bir tat bıraktı?” diye düşünüyordum ki filmi izleyen bir arkadaşım karşıma çıkıp itiraftan kaçındığım şeyi seslendirdi: Kral Çıplak!

Bir Algı Yönetimi 

Kral çıplak mıydı, emin değilim. Malum belgesel ticari anlamda kazanç getirmeyen bir tür ve bu nedenle çoğunlukla masraftan kaçınılır. Bu film için bunu söyleyemeyiz. Hem prodüksiyon hem de film için harcanan zaman uzun metraj bir kurmacaya yetecek ölçüde geniş. Ne var ki filmde Saroyan, biraz abartarak söyleyecek olursak, bir konu mankeni olmaktan öteye geçememiş. Yolculuğun güzergâhındaki manzara önünde heybetli bir gölge olarak tanıyoruz onu en fazla. Yolculuk esnasında yaşadığı çocukça heyecanı, şaşkınlığı duyumsayamıyoruz. Çocukluğunun geçtiği evin canlandırıldığı sahnelerde de bir dekordan öteye geçemiyor sanki. Örneğin, sessiz konukları ile dayısının sahnesi gereğinden fazla yer tutuyor. Bunun yerine yazarın babasıyla arasında kurduğu özdeşliğin gerisindeki duyguyu hissetmemize yarayacak kadar babadan bahsedilseydi keşke. “Babam ve ben aynı kişiyiz” derken kastedilen şey seziliyor elbette ama yeteri kadar hissedilmiyor. Halbuki bu film bu duyguyu bize hissettirmeliydi. Bildiklerimizi gözden geçirmemize çanak tutacak bir heyecan yaratarak iki kapak arasında kalmış öyküleri ete kemiğe bürümeliydi. Bunu gerçekleştirme iddiasındaki film taahhüdünü gerektiği ölçüde yerine getiremiyor maalesef. Söylemek istediğim, iki seneye yakın bir zaman ayrıldığı söylenen senaryoda, bu emeğin izdüşümünün yeterince görülemediği.

Senaryonun topu taca atmasını bir noktaya kadar mazur görebiliriz. Hele de yönetmen, ulusal anlamda söylenecek olursa, nefret söylemini içselleştirmiş bir kamunun karşısına, nefret cinayetine kurban gitmiş bir gazetecinin akrabası olarak çıktıysa. Sormadan geçemeyeceğim asıl soru şu: “Neden bu film üzerinde söylenen bunca şey birbirini tekrarlayan övgü cümlelerinin bir adım ötesine geçemedi. Yeni bir yönetmeni desteklemekten anladığımız onu övgülerle sarhoş etmekten mi ibaret? Bu kadar sesini yükselten bir film gerçek eleştiri almayı hak etmiyor muydu?” Başarılı bir konu seçimi, dünyaca tanınan bir yazarın dokunaklı hikâyesi ve titizlikle yürütülmüş bir proje, alkışlarla sabote edilmekten fazlasını hak etmiyor muydu? Ne dersiniz? Bu goygoycu tavrın bir tür körleştirme, gereksiz spot kullanımıyla algıyı yanıltma ve en kötüsü de filmi görmezden gelme biçimi olduğunu düşünmekte haksız mıyım?

Öte yandan genç yönetmenin kariyerine böyle bir filmle başlangıç yapması ilerisi açısından umut vaad ediyor. İlk filmde yaşadığımız hayal kırıklığı yeni filmlerini heyecanla beklememize engel değil.

 1 Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan, Aras Yayıncılık, 2008.

2 Ermenice çocuk.

3 Fikret Otyam’ın Cumhuriyet gazetesinde, 31 Mayıs-7 Haziran 1964 tarihleri arasında yayınlanan yazı dizisinden.

4 Ermenice Bitlisli.

5 A.g.m.

Ararat dergisi, Saroyan Özel Sayısı’nda Garig Basmadjian’ın yazarla yaptığı röportajdan. (25 Mayıs 1975)

Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan, Aras Yayıncılık, 2008, s. 64

8 A.g.e., s. 65

Yorum bırakın